17 Kasım 2008 Pazartesi

“DİYARBAKIR, HER ŞEYE RAĞMEN, UMUT…”

Maddi bedenim Adana’da dünyaya gelmiş olsa da “ben”, Diyarbakır’da doğdum… Nerede bir Diyarbakırlı görsem hemşerim sayarım… Diyarbakır’da bir damla kan aksa, yürekten kanarım… 1976’da, on bir yaşımın eşiğinde tanıştım bu şehirle… Annem ve babam beni Anadolu Lisesi yatakhanesine yerleştirip 480 kilometre ötedeki baba evime döndüklerinde ben kendimi Diyarbakır’ın haysiyetine, hamiyetine, sinesine emanet edilmiş buldum… İlk olarak bir hafta sonu meşhur Bit Pazarı sokaklarında dolaşırken tanıdım hemşerilerimi… Soğuk bir kış gününde İş Bankası köşesinde simit yiyerek içtiğim sıcacık saleple kanım daha bir ısınıverdi sokaklarına… Hayatımda hiçbir yemek, Emek Sineması yakınındaki küçücük büfede yediğim tost, içtiğim ayran kadar doyurmadı beni… Sonrasında, baba evimdeyken bile özlediğim, kendimi emin hissettiğim bir belde, bir sığınak oluverdi sıcaklığıyla bu kent bana… Hayatımın ilklerini hep Diyarbakır’da yaşadım: İlk sigaramı Diyarbakır sokaklarında tellendirdim… İlk dayağımı Diyarbakır sokaklarında yedim… Ağzım burnum kan içinde kendimi okulun yatakhanesine atıverdiğimde, artık çocuk olmadığımı büyüdüğümü hissediverdim birden… Hem korktum, hem sevindim… Özgürlüğü, direnci, vefayı, arkadaşlığı Diyarbakır’da öğrendim ben… Yıkılmamayı, yılmamayı, ayakta durmayı, onuru, fedakârlığı ve umudun gücünü Diyarbakır öğretti bana… İhaneti ve onursuzluğu da… İnsanların Kürtler ve Türkler diye ayrıldığını ilk burada fark ettim… Kulaklarım farklı bir dilin kelimelerine, vurgularına ilk burada aşina oldu… Sonra ne zaman Kürtçe konuşan birini duysam aşinalık hissettim… Ne zaman Kürtçe bir türkü işitsem anlayabilir miyim diye kulak kabartım… Türkçe şivesini sevdim ben bu şehrin… Sırf bu şiveyle konuşuyor diye üniversite yıllarında en iyi arkadaşlarımdan biri Diyarbakırlı Ramazan oldu… Geceleri ders çalışırken acıktığımızda annesinin Çermik’in bir köyünden gönderdiği otlu peynirleri ekmek arasına koyup sıcacık çay eşliğinde muhabbete daldığımız Can Ramazan… Bu şiveyi duyabilmek için semt pazarlarında Diyarbakırlı pazarcılar aradım bazen… Doğu kökenli öğrencilerime “doğunun neresindensin” diye sordum… Diyarbakırlıyım diyenlere, “hemşerim” ben de Diyarbakır’ın ekmeğini yedim, suyunu içtim, Aslan Çeşmesi taraflarında dolaşırken Rakı fabrikasından yayılan anason kokusu benim de ciğerlerime doldu, Dicle’nin kıyısında ben de serinledim dememek için zor tuttum kendimi… Zor yıllarda Diyarbakır’da politize oldum… Yaşıtlarım neredeyse biberonla okula giderken ben akşam etütlerinde, yatakhane köşelerinde ağabeylerimden Marks’ı, Stalin’i Lenin’i dinledim… İlk politik başkaldırımı Diyarbakır’da ve Diyarbakır’a karşı gerçekleştirdim ben… Anne babasına isyan eden ergen bir çocuk psikolojisiyle on üç yaşımda yüreğimde bastırdığım heyecan ve korkuyla bana dayatılana isyan ettim… Diyarbakır’da olunmaması gerekeni oldum … Her şeye meydan okuyabilen bu şehirde, meydan okumayı öğrendim… Sonrasında ilk politik dayağımı Diyarbakır’da yedim… Dostların ilk satışını ve ihanetini de Diyarbakır’da yaşadım… İlk jurnalcileri, ikiyüzlüleri, entrikacıları Diyarbakır’da tanıdım… Politik baskılar nedeniyle ALA’ya naklimi aldırmak zorunda kalıncaya kadar Siverekli Mamo’nun, 12 Eylül sonrasında idam edildiğini duyduğum Apocu Kemal’in himayesinde okula devam edebildim… Beni endoktrine etmek için çok uğraştılarsa da tabiatım buna uygun olmadığından yemedi… Ancak Yıllar sonra mezun olduğum Mülkiye’yi daha Diyarbakır’da küçücük bir çocukken, bu endoktrinasyon sürecinde kendimle hesaplaşarak hedefledim… Diyarbakır sayesinde politik, sosyal ve ekonomik sorunlara karşı hep uyanık ve duyarlı oldum… Akademik çalışmalarımda politik iktisat konusunda uzmanlaşmayı hedefledim… Her akademik ya da güncel politik tartışma içinde, hep içimde bir yerlerde varlığını sürdürdüğünden olsa gerek, hep Diyarbakır çıktı karşıma… Beni kuşatan kurumsal yapıyla, geleneklerle, hukuk düzeniyle, ekonomik sistemle hep Diyarbakır üzerinden hesaplaştım… İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, göç, terör gibi sorun yumakları Diyarbakır suretinde tecelli ediverdi önümde… Adana, Ankara, Avrupa Birliği üzerine incelemelerim hep Diyarbakır’a pencere açtı… Bu şehir akademik ve kişisel hayatım boyunca hiç bırakmadı beni… İyi ki de bırakmadı… Final Dersanesi önünde patlayan bombada Eren Şahin’le Melek İpek’le ve Ferhat Mutlu'yla birlikte benim de yarım öldü sanki… Annesini Eren’in çalışma odasında gözyaşı dökerken gördükten sonra aylarca kendime gelemedim… Sonra, bu saldırıda ağır yaralanan Görkem Emre Öz‘ün ÖSS’deki başarısıyla, “İşte Diyarbakır bu dedim!” kendi kendime… “Diyarbakır, her şeye rağmen, umut!”…